25 Nisan 2012 Çarşamba

Diyarbakır Surları

(Surların bir kısmını gezmek için tıklayın.)

Her gün önünden geçtiğimiz surlara hiç şöyle durup da bakmadığımı fark ettim geçen gün. Nereden mi çıktı bu? Uluslararası Diyarbakır Surları Sempozyumu düzenlendi geçtiğimiz hafta. "Surlar mı?" dedim kendi kendime. Ha, şu surlar. Hani insanların taşlarını ev yapımında kullandıkları. Hani restore edeceğiz diye acemi duvarcıların bahçe duvarı örer gibi örüp yamalı bohçaya çevirdikleri. Hani dünyanın başka yerinde olsa insanların bir çiçek gibi korumak isteyeceğinden emin olduğum ama bizim için bir taştan daha değerli olmayan şu surlar. Hani birlikte gezdiğimiz Danimarkalı mimarın dönüp dönüp, "Burada böyle bir şey olduğunu hiç bilmiyordum. Nasıl yani? Ama bu çok önemli." gibi şeyler mırıldanarak kafasını sallayıp durduğu. Yıkın gitsin. Yani ne gerek var ki? Artık sura ne gerek var? Yerlerine otopark falan yapalım ya da şöyle yirmi katlı bir iş merkezi. O bölgeler de çok değerlidir hani. İyi para eder.
Aslında az daha böyle bir yıkım olacakmış. Hatta bir kısmını yıkmayı başarmışlar da. Sıkı durun. Fıkra gibi. 1930'lu yıllarda o zamanki vali birgün sıcaktan bunalınca, "Yıkın bu surları, demiş. Ne bu yaa?(demiştir herhalde) Hava alamıyoruz". Sonra yıkım başlamış. Albert Gabriel adında bir Fransız (mekanı cennet olsun) koşmuş Ankara'ya. Adamcağız Ankara'da ortalığı birbirine katmasaymış bugün surlar bir hikayeden ibaret olacaktı. İnanamadınız değil mi? Ben de ilk duyduğumda inanamamıştım ama ne yazık ki gerçek. Dedim ya yıkın gitsin. Hem böyle hava da alamıyoruz.