22 Ağustos 2010 Pazar

Diyarbakır'da nerede oturulur?

İnsan bir şehre ilk gittiğinde semt adları onun için hiçbirşey ifade etmez. Ancak bir süre kaldıktan sonra her semt hakkında bir fikriniz olur. Diyelim ki Diyarbakır'a tayin oldunuz veya üniversite sınavında Diyarbakır'da bir fakülteyi kazandınız. Hangi semtte oturacaksınız? Aslında buralara hiç gelmemiş biriyseniz "Acaba mağaralarda mı yaşıyorlar, bir mağara ne kadara kiralanır?" diye de düşünebilirsiniz. İnanın böyle düşünenler var. Yıllar önce biri bana, "Sizin orada iki kattan yüksek bina var mı?" diye sormuştu. Şu anda da böyle düşünen varsa bir milyon insanın tek katlı toprak evlere sığmasının oldukça güç olduğunu hatırlatmak isterim. Buradan yüksek binaları çok sevdiğim anlaşılmasın lütfen. Yüksekte oturmayı insanın doğasına aykırı buluyorum aslında.

Bu yazımda Diyarbakır'ın bazı semtlerini anlatmaya çalışacağım. Diyarbakır'ın bildiğim kadarı ile en eski semtleri Dağkapı, Balıkçılar ve Melik Ahmet bölgeleridir. Bildiğiniz gibi Diyarbakır surlarla çevrilidir ya da en azından eskiden öyleydi. Sur içinde kalan kısım eski yerleşim bölgesi olduğu için bugün ticaret merkezi ve turistik bir bölge artık. Buralarda her adımda karşınıza tarihi surların bir bölümü çıkar. Eski avlulu evler de buralardadır. Bugün bazıları harap halde, bazıları ise yenilenerek restorana dönüştürülmüş durumda. Bu kısımlar eski alışveriş bölgeleri olduğu için iğneden ipliğe ne ararsanız biraz daha hesaplı fiyatlarla bulabilirsiniz. Ayrıca şehre turist olarak gelenlerin hediyelik eşyalar aldığı Japon Pasajı da bu kısımdadır (Balıkçılar). Bu pasaj eskiden kaçak malların satıldığı bir yerdi ama artık ithalat serbest olduğu için sanırım öyle bir özelliği kalmadı. Yine de özellikle bayanlar burada ev dekorasyonu ürünleri, örtü, ayna vs. türünde çok şey bulabilir.

Adını Toprak Mahsulleri Ofisinden alan Ofis semti bundan 10 yıl öncesine kadar Diyarbakır'ın en gözde yerleşim yeriydi. Bugün bu özelliğini yavaş yavaş yeni kurulan bölgelere kaptırmak üzere. Eğer öğrenciyseniz bu semtte oturmanız ulaşım açısından size kolaylık sağlayacaktır. Ayrıca şehrin lokanta, banka ve mağazalarının büyük kısmı burada bulunur. Tek dezavantajı kalabalık ve binaların da artık biraz eskimiş olması.

Ofis semti (Artık bu kadar sakin değil.)

Diyarbakır'da her gün yeni bir inşaatın başladığı Kayapınar bölgesi ise kat yüksekliği gittikçe daha da artan binalara ev sahipliği yapıyor. Burada, yeni yerleşim yerleri olan Diclekent ve Urfa yolu civarında yepyeni ve belki de gereğinden fazla büyük apartman dairelerinde veya dublekslerde oturabilirsiniz. Buralar şehrin yükselen bölgeleri. Özel okulların çoğu da bu bölgelerde bulunur. Son zamanların gözde muhiti 75 metrelik yol da siteleri ve ünlü kafe zincirlerinin şubeleri ile maddi durumu iyi olanların yeni gözdesi. Kayapınar bölgesini daha yakından izlemek isterseniz Selahaddin Eyyubi üniversitesi için çekilen bu reklam filmini izleyebilirsiniz.

Diclekent Bulvarı
Selahattin Eyyubi Bulvarı


75 m. yol

Bunların dışında Toplu Konut İdaresi tarafından yaptırılan iki yerleşim yeri öğrenci ve memurların tercih ettiği bölgeler. Yeşil alanların çok fazla olduğu Şilbe evleri üç etaptan oluşur. Bu bölgede 3 İlköğretim Okulu, 1 lise ve 1 Anadolu Lisesi bulunmaktadır. Diğer TOKİ evleri ise Üç Kuyular bölgesindedir. Burası yeni yapılan Eğitim ve Araştırma Hastanesine yakın ama şehrin diğer bölgelerine bayağı uzaktır.
TOKİ Şilbe konutları
Son olarak gelir düzeyi biraz daha düşük kesimin yaşadığı Şehitlik ve Bağlar semtleri var. Aslında ilginç bir şehir Diyarbakır. Bu açıdan İstanbul gibi biraz. Farklı semtleri gezerken insanlar arasında dev bir uçurum görüyorum çoğu zaman. Bir tarafta 200 metrekarelik lüks dairelerde, tripleks villalarda oturan, sitelerinin dışına ancak son model arabasıyla çıkan insanlar, diğer tarafta ise ekonomik durumu gerçekten çok kötü olanlar. Belki de çoğu şeyin sebebi bu farklılıktır kim bilir?

19 Ağustos 2010 Perşembe

Mevlüde Hoca ve Ziya Gökalp Lisesi

Bizim gençliğimizde okullar siyah, beyaz ve griydi. Önlükler siyah, binalar gri, duvarlar gri. Bunun nedenini merak ederim bazen. İnsanlar tümden bir depresyonda mıydı acaba? Sanmıyorum. Asıl neden fakirlikti belki de. Siyah da, gri de, sonraları eklenen lacivert de çok temizlik masrafı çıkarmayan, fakirliği örtsün diye seçilen renklerdi. Sonraları 90'larda birileri okulları pembeye boyamaya başlayana dek sürdü bu iç karartıcı atmosfer. Öğrencilerden beklenen ise bu renksiz ortamda daha da renksiz olmak, görünmemek, fazla konuşmamak, sadece söyleneni dinlemek ve yapmaktı. Belki de bu yüzden tüm zamanların en ilginç öğretmeni Mevlüde Hoca Diyarbakır'ın en büyük lisesinde 30 yıl kadar görev yapabilmişti. Hiçbir şeye itiraz edemezdik ki biz. Hoca her zaman haklıydı.

Mevlüde Hoca hala değil Diyarbakır'ın belki de Türkiye'nin en çok tanınan öğretmenlerinden biridir. Diyarbakır'ın en eski okullarından Ziya Gökalp Lisesi'nde tam olarak kaç yıl çalıştığı bilinmemekle birlikte rivayet muhteliftir. Kimse onun ilk olarak ne zaman göreve başladığını hatırlamıyor. 70'lerde olduğu sanılıyor. 2000'lerin ortalarına kadar da emekli olmamıştı. Ziya Gökalp'te bu tarihler arasında okuyan iki öğrenci bir araya geldiğinde laf dönüp dolaşıp ona gelir. Hatta çoğu zaman konuşma onunla başlar. Bir sınıf düşünün ki öğrencilerin hepsi heykel gibi hiç kıpırdamadan duruyor. Herhangi bir şekilde hocanın sinirini bozan olursa büyük ihtimalle hayatında duymadığı küfürlere maruz kalıyor. Kafanızı çevirdiğiniz veya saçınızdan bir tel alnınıza kahkül gibi düştüğü için sırtınıza yumruk yiyorsunuz. Diğer öğrenciler duruma içlerinden gülüyor (asla yüksek sesle değil) ama dersten sonra günlerce o dersten bahsediliyor. Facebook'ta Mevlüde Hoca'nın eski öğrencileri anılarını anlatmışlar. Onu tanımayan bir arkadaşım, "amma abartmışlar" dedi. Ama Mevlüde Hocayı tanıyan her öğrenci bilir ki az bile yazmışlar. Bu gördüğünüz resmi facebooktan buldum. Biraz kırptım. Resimdeki arkadaşlar kusura bakmasın.



Aslında bir okulun ve öğrencilerin bu duruma 30 küsur yıl katlanması çok ilginç. Ama itiraf edelim, ders sırasındaki stresli anları saymazsak aslında hayatımız boyunca belki de bizi en çok güldüren kişi Mevlüde Hoca olmuştur. Hiçbir öğrenci onu pek ciddiye almadığı için başka birisi söylese çok dokunacak bir laf, o söyleyince günlerce anlatılıp gülünülen bir fıkraya dönüşürdü, koridorda yanından geçmeye bile çekinirdik ama kimse de ona bir saygısızlık yapmazdı. İlginç bir yönü de onca sinirli (hatta resmen deli) hallerine rağmen bazen hiç ummadığınız bir şefkat örneği göstermesiydi. Bizim ailede babamı, amcamı ve beni okutan tek öğretmendir kendisi. Ah, Mevlüde Hocam, Allah uzun ömür versin, bugünkü öğrenciler olsa kesin derslerin You Tube'da izlenme rekorları kırardı.

Bu arada Mevlüde hoca ile ilgili yazdığım blog postu en çok okunan yazı oldu. Bu da öğrencilerinin onu hala ne kadar iyi hatırladığını gösteriyor olmalı. Ben de bir iki anımı ekleyeyim bari. İsimleri değiştirerek tabii.

Mevlüde hoca: Kız Ayşe, sen geçen gün bahçede niye uzaktan arkadaşlarınla bana bakıp gülüyordun? Kız ***** (yazamadığım güzel  bir küfür). Bana Haci Hasan'ın kızı derler. Kız vallah seni ayağımın altına bir alıram. Allah vekil Kenan Evren gelse elimden alamaz. (80'li yıllar)

Mevlüde hoca (Sınıfın çalışkan ama biraz ukala öğrencisine): Mehmet sen geçen sene üniversite sınavında dereceye giren Ali'nin kardeşi misin?
Mehmet (gururla): Evet hocam, abim olur kendisi.
Mevlüde hoca: Ma oglım, senin aben madem bele Türkiye birincisidir. Ya sen niye bu kadar geri zekalisan?

Facebook hikayeleri için tıklayın
Bu da yine facebook'tan 2014 model bir resim. Valla maaşallah ne diyeyim?

Bir yandan da Mevlüde Hoca'ya internetteki bu ilgi beni rahatsız etmiyor diyemem. Eski öğretmenlerimi, hele o zamanki hali bugünkü özel okullardan daha iyi olan Ali Emiri Ortaokulunda bizlere bir şeyler öğretmek için kendilerini paralayan, dersin başından sonuna kadar nasıl o kadar enerjik olduklarını o yaşta bile hep merak ettiğim Hasan Sakınç, Adnan Cebe, bir insanın karşılaşabileceği en iyi Fizik öğretmeni olan Sedat Balgün ve ne yazık ki isimlerini unuttuğum, bugünkü durumumu kendilerine borçlu olduğum tüm ortaokul ve lise öğretmenlerimi saygıyla anıyorum. Ne yazık ki işini iyi yapanlar yapmayanlar kadar iyi hatırlanmıyor.

80'li yıllarda Ali Emiri Ortaokulu ve Ziya Gökalp Lisesi'nde çalışan öğretmenlerimizden isimlerini hatırladıklarınızı yorumlarda belirtirseniz sevinirim. Onları da anmış oluruz böylece.

17 Ağustos 2010 Salı

Dicle Üniversitesi

Diyarbakır'ın tek üniversitesi durumunda olan bir eğitim kurumu Dicle Üniversitesi. Neredeyse her fakülte binasının yapımını tek tek hatırlıyorum. Bundan yıllarca önce 80'li yıllarda ilk defa görmüştüm Dicle Üniversitesi kampüsünü. O zamanlar sadece 10-12 katlı Tıp Fakültesi ve aynı binanın en alt katında bulunan Diş Hekimliği Fakültesi'nden oluşuyordu. Diyarbakır'la üniversite arasında yaklaşık 20 km bulunduğu için dolmuşla gitmiştik. O zamanlar kimse üniversite demez "Fakülteye gidiyorum" derdi hastaneye gideceğini söylemek için. Sonra her gittiğimizde yeni bir binanın eklendiğini gördük. Bugün koskoca bir kampüs var artık. Şehirle üniversite arasındaki mesafe yeni köprünün yapımından sonra 5, 6 km'ye kadar düştü. Bazı sorunlar var tabii. Bazı fakültelerin diğerlerinden 2 km uzağa yapılması öğrencilerin ulaşımda sıkıntı çekmelerine yol açıyor mesela. Ama yine de bu şehir için üniversite çok önemli. Öğrencilerin hem şehre renk getirdiğini hem de kazanç sağladığını düşünüyorum. İyi ki bir üniversitemiz var.
Bu arada üniversitelerden bahsetmişken Taraf Gazetesinde Sivilay Abla köşesinde okuduğum bölümleri eklemek istiyorum.

"Her üniversite mezunu aynı donanımda olmadığı gibi, bir üniversitenin her mezunu da aynı değil. Üniversiteleri boy boy musluklar olarak düşün. Musluklardan akan su dersler, konferanslar, etkinlikler, projeler yani üretilen bilgilerdir. Bu muslukların birinden kol gibi akabilir, diğerinden serçe parmağı kadar. Ancak mühim olan musluk değil, senin kapasitendir. Kol gibi suyu olan üniversitede bir litrelik kapla dolaşırsan mezun olduğunda bir litre suyun olur. Eğer serçe parmağı kadar su akan bir üniversitede bir varilin olursa dört yılın sonunda bir varil suyun olur. "

Bence artık günümüzde üniversitede okuyan gençlerin aynı anda en az bir yabancı dil öğrenmeleri, bilgisayar kullanmayı çok iyi bilmeleri (facebook sayfasını güncellemek değil, web sayfası hazırlama, word excel falan), ne bileyim araba kullanmayı falan öğrenmeleri lazım. Yoksa her yıl birçok insan mezun oluyor. Eğitim sistemimiz de malum. İlkokuldan üniversiteye test çöz dur.

Şu anda Dicle Üniversitesi'nde çok iyi işlediğini bildiğim bir program var mesela. Erasmus programı. Bu program sayesinde mezun olmadan birkaç Avrupa ülkesini görebiliyor, 1 veya 2 dönem oralarda okuyabiliyorsunuz. Bunları da iyi kullanmak gerekir. Bütün bunlar mezun olduğunuzda öz geçmişinize yazabileceğiniz şeyler. En iyisi üniversitede okurken bir yandan da öz geçmişinizi doldurmaya çalışmanız. Alanınızla ilgili staj imkanlarını araştırın örneğin. Öğrenciyken staj yapmaya çalışın. Benden söylemesi. Yoksa hangi üniversite olursa olsun, birkaç bölüm hariç elinizde sadece bir diploma ile mezun olursanız iş bulma ihtimaliniz zayıf. 

Diyarbakır Koleji

Diyarbakır'lılar başka yerlere gittiklerinde şöyle göğüslerini gere gere nereli olduklarını söyleyemezler. Karşıdaki ya korkar, ya küçük görür ya da şaşırır," Aa, hiç benzemiyorsun" diye. Acaba insanların kafasındaki Diyarbakır'lı prototipi nedir? Bunu hep merak etmişimdir. Antenleri çıkmış bir uzaylı beklediklerinden şüpheleniyorum aslında. Hangi şehirden tek tip insan çıkmış ki buradan çıksın. Bir İzmir'li ya da Hatay'lı diğerine mutlaka benzer mi?

Ne büyük bir tezat ki Diyarbakır içerisinde en önemli övünme ifadelerinden biri şudur: "Ben Diyarbakır'ın yerlisiyim". Bu ifade en az iki ya da üç nesil öncesinden Diyarbakır'da yerleşmiş bir aileniz olduğunu gösterir. Bir diğer övünme nedeni de kollej (kolej) mezunu olmaktır. Kollej, Diyarbakır Anadolu Lisesi'nin bugün 30 yaşın üzerinde olan mezunlarının okullarına verdiği addır. Okul 1956'da Diyarbakır Koleji adıyla açılmış. 1974'ten beri adı Anadolu Lisesi ama eski mezunları hala ısrarla l harflerini bastırarak kollej der. Şaka bir yana tabii ki bu kadar köklü bir okulda okumak iyi birşey ama bunun biraz da şans işi olduğunu anlamak o kadar da zor olmamalı. Kim bilir ne çok zeki çocuk anne babası sınavdan haberdar olmadığı için sınava bile giremedi o zamanlar. Biraz kıskanıyor muyum? Galiba evet ama geçenlerde bir Diyarbakır'lı yazarın (Berat Beran) kitabında Diyarbakır Koleji'ni nasıl kazandığını okudum. Ben onun yalancısıyım. Meğer ilk zamanlarda her yıl aynı sorular sorulurmuş. ÖSYM yoktu tabii o zamanlar.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Diyarbakır'ın bereketi

Margosyan'ın Gâvur Mahallesi kitabında Diyarbakır ile ilgili bir ifade vardı. Kitabı aradım ama aradığım hiçbir şeyi zamanında bulamam. Şöyle birşeydi.  "Diyarbakır'ın kendine özgü bir bereketi vardı. İstanbul'a taşındıktan sonra bu bereket kayboldu." Çok ilginçtir ki etrafımda yazarı hiç tanımayan bazı yaşlılar da aynı şeyden bahsediyor. Buranın eski insanları Diyarbakır'ın bereketine inanırlardı. Şu anda böyle bir inanış var mı? Çok emin değilim.

Bu şehir çok köklü bir kültürü içinde barındırıyor aslında. Bazen kendi kendime düşünürüm. Bir mucize olsa da Diyarbakır'ın tarihi bölümü tamamen yenilense, orada yaşayan insanlar daha iyi binalara taşınsalar, sokaklar baştan aşağı tarihi özelliklerine uygun olarak düzenlense, evler restore edilse, bu tarihi evler turistik mekanlara dönüşse ne kadar güzel olurdu. Dünyanın birçok şehrinde eski binaların çoğu yıllarca önce nasılsa aynen öyle duruyor. Bundan da büyük bir gelir elde ediliyor. Gerçi son yıllarda bu konuda bazı çalışmalar var. Ben yıllardır burada yaşayan biri olarak Dağkapı'nın arka sokaklarına yeni yeni gitmeye başladım. Bazı evler lokanta yapıldı mesela. Hasan Paşa Hanı zaten Türkiye çapında ünlü bir yer oldu. Vanlılar alınmasın ama asıl kahvaltı bu işte. Kahvaltı ederken burada 100 yıl önce insanların gelip kaldığını, baktığınız avluda bir zamanlar atların durduğunu düşünmek çok heyecan verici.

Hasan Paşa Hanı

Diyarbakır'ın tarihi avlulu evlerinde havuz başında oturmanın da tadı bir başka tabii. Resimde bu evlerden birini görüyorsunuz. Eskiden bu evler tek bir aile tarafından kullanılır, mevsimlere göre avlunun değişik yönlerindeki odalara geçilirdi. Bugünkü gibi insanlar aşırı tüketim yapmadıkları için son derece ekonomik şekilde çözülen eşya sorunu birkaç minder birkaç yastıkla hallediliyordu. Temizlik ise bütün evin serin sularla baştan aşağı yıkanması demekti. Bugün evimizdeki eşyalar hayatımızı kolaylaştırıyor mu yoksa bize iş mi çıkarıyor siz karar verin.



İlginç bir özellik de bazı evlerin dış kapılarında erkekler ve kadınlar için ayrı kapı tokmaklarının olması. Sese göre gelenin erkek mi kadın mı olduğu anlaşılır, kadınlar ona göre davranırdı. Bu avlular tabii ki yazın oturma, yemek hazırlama, misafir ağırlama gibi her çeşit günlük faaliyetin yapıldığı yerlerdi. 45 dereceye kadar çıkan sıcakta başka nerede oturulur ki?